31 Mart 2008 Pazartesi

Bahar herkes için gelir de herkes hissedemeyebilir.


Doğanın ısısı arttıkça bazı kimyasal değişikliklerle birlikte çevremizin rengi ve kokusu da değişiyor. Bahar yeniden canlanmanın adıdır. İkinci bahar ise hayatın anlamını kavradıktan sonra başlar. Bence insan çocukluğunda baharı, gençliğinde yazı sonra çocuğuyla tekrar baharı ve yazı sonunda ise torunuyla tekrardan baharı ve yazı yaşar. Yani istemezse hiç sonbahar ve kışa zaman kalmaz.

Bu satırlarda sınav için fotosentez, bitkilerde döllenme, iklim değişiklikleri çalışıp, dışarı çıkamayan fedakar öğrencileri anmak istiyorum. Onlar yaşayamadıkları bilgileri öğrenip boş zamanlarında sanal alemlerde geziniyorlar. Bazen bir çiçeğe dokunmak değil de üzerinde değişiklik yapabileceği çözünürlükte bir çiçek resmi bulunca seviniyor. Artık masaya çiçek değil, masaüstüne çiçek resmi konuluyor. Ama dışarıda birileri baharı yaşıyor...

Eğer leyleklerin gelişi sadece hava yollarını ilgilendirmeye başladıysa ve yağmur sonrası oluşan gök kuşağına insanlar cep telefonlarının ekranlarından bakıyorsa durup düşünmenin zamanı gelmiştir.

Yağmurda kaçan adama "hiç Allah'ın nimetinden kaçılır mı?" diyen büyük düşünür Nasrettin Hoca haklıymış; bizler o nimete basmamak için koşuyoruz...Yağan aynı yağmur ama bakış farklı olunca tüm kurgu değişiyor.

Hepimiz Atatürkçüyüz, hepimiz çevreciyiz ama hiçbirimiz Atatürk gibi çevreci değiliz. Ağaç hepimiz için önemlidir ama o ağaca farklı bir gözle bakar. Nereden mi biliyorum? Köş için ağacı kesmeyip ağaç için köşkü kaydırmasından...

Ağaç kesmemek için binayı taşıttı

Yakınında boy veren çınarlar Atatürk'ün Yalova'ya gelip gidişlerinde istirahat etmek için yaptırdığı evi zorlayınca, bakıcılar ağacı kesmek istedi. Buna karşı çıkan Gazi, temele kızak ve ray döşetip binayı ilk yerinden 5 metre ileriye yürütmüştü.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Anıtlar Yüksek Kurulu'nun kararı ile Yalova'da koruma altına alınmış bir 'Atatürk Köşkü' var. Bu köşk 'Atatürk Köşkü' ama bina Yalova'da 'Yürüyen Köşk' olarak biliniyor.
Şimdilerde Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü arazisi içinde kalan bu şirin yapı, gerçekten kafa dinlemek için ideal...
İki katlı dörtgen planlı ahşap evin deniz tarafında 30 metre uzunluğunda bir iskelesi de var.
Giriş katında küçük bir çay ocağı ve vasat büyüklükte bir oturma odası olan köşkü cazip hale getiren, oturma odasından geçilen ve üç cepheden kristal camlarla kaplı, dolayısıyla yaz-kış doğayla iç içelik hissi veren toplantı salonu.
Ahşap bir merdivenle çıkılan ikinci katta ise dinlenme odası ile küçük bir yatak odası, tuvalet ve banyo bulunuyor. Binanın ahşaptan yapılmış olması dolayısıyla Atatürk'ün buraya mutfak yapılmasını istemediği biliniyor.

Köşk 1929 yılında yapıldı
Çatısı o zamanlar bir hayli moda olan ve 'Marsilya tipi' denilen kiremitlerle kaplı yapının ısıtması ise merdiven altına yarı bodrum şeklinde yerleştirilmiş 'su dağıtım' merkezine bağlı kalorifer düzeniyle sağlanıyor. Kazan bulunmadığı için dışarıda ısıtılan su merdiven altından borularla sisteme aktarılıp, yukarı kata da duş ve banyo için veriliyor.
Yakın dostlarının anılarında, Atatürk bir kır gezisi sırasında görüp çok beğendiği araziye yapılacak evin planlarına bizzat nezaret ettiği, inşaatın sahile yakın ve orada bulunan görkemli bir çınar ağacının yamacında yapılmasını ısrarla istediği bilgisi var. Köşkün inşaatının ne zaman tamamlandığı da belli. 13 Eylül 1929 tarihli Hâkimiyet-i Milliye'de inşaatın tamamlandığını duyuruyor: "Atatürk'ün Millet Çiftliği'nde inşa edilen köşkü bugün ikmal edildi."

'Sen dur çocuk... Çare düşünelim'
Dostları onun dinlenmek için gittiğinde vaktinin büyük kısmını bu köşkte geçirdiğini, Çankaya'yı 'resmi mekân' olarak gören Atatürk'ün burayı 'ev' olarak benimsediğini kaydediyorlar.
Gazi'ye hastalığı konusunda ilk teşhisin konulduğu yer, tedavisi süresince en sık kaldığı mekân da burası. 'Yürütme' hadisesine gelince; Atatürk bir gün çiftliğe gittiğinde köşkün hemen yanındaki çınar ağacının dallarını olağan budamanın ötesinde dibinden kesmeye çalışan bir bahçıvan ile karşılaşmış. Bahçıvanı yanına çağırarak bunun nedenini sorduğunda "Ağacın dallarının binanın duvarlarına dayanmış olması dolayısıyla yıkıntıya sebebiyet vereceği için" cevabını alınca, "Sen dur çocuk... Bir çare düşünelim..." deyip gitmiş... Uzunca bir süre evin çevresinde dolanıp 'Evin buraya yapılmasını ben istedim. Üstelik bu çınardan dolayı istedim.
Onu kesmek evin havasını bozar' diyen Atatürk sonunda emir verir: 'Evi kaydırın biraz öteye!..'
Binayı taşımak deyince itiraz etmemekle birlikte herkesin bunun imkânsızlığını düşünerek şaşkınlıkla biribirine baktığını söylemeye gerek yok herhalde. Ama emir emirdir deyip bu işi yapacak sorumlu aranır hemen ve görev İstanbul Belediyesi'ne verilir. Belediye'nin Fen İşleri Yollar-Köprüler Şubesi yapacaktır taşıma işini. Ünlü besteci Ferit Alnar'ın kardeşi belediyenin başmühendisi Ali Galip Alnar ekibiyle birlikte Yalova'ya gelir ve çalışmalarına başlar.
Önce bina çevresindeki toprak büyük bir dikkatle kazılıp yapının temel seviyesine kadar inilir. Sonra zeminde İstanbul'dan getirilen tramvay rayların devreye alınmasına gelir sıra. Santim santim itilerek binanın altına sokulan raylar sayesinde ev kızağa alınır.

Operasyon gazetede
Çalışmaların hemen her aşamasına nezaret eden Atatürk, kız kardeşi Makbule Atadan'la birlikte 'kaydırma ameliyesi'ni izlemek için gelir. Ve bina itilerek 5 metre kadar öteye çekilir.
Önce binanın camlı veranda-teras bölümü kaydırılır. İki gün sonra da ana bina tramvay raylarının üzerinde yürütülür. Köşkün kaydırılması olayı 10 Ağustos 1930 tarihli gazetelerin başlıca konusudur. Çalışmalar sırasında Atatürk'ün yanında olan Yunus Nadi Bey Cumhuriyet'e imzasıyla gönderir haberi: "Gazi hazretlerinin köşkü nakledildi. Gazi hazretlerinin Yalova'daki köşkünün yürütülme ameliyesi dün muvaffakiyetle icra ve ikmal edilmiştir.Kendileri de bu ameliyeye bizzat nezaret etmişlerdir."
Muhtemelen o gün bu haberi okuyan pek çok insanın aklından geçmiştir: "Memleket onca sıkıntının acısını yaşarken bu ne iştir.." diye. Sadece kapris ya da 'şımarıklık' diye görenler de olmuş olabilir. Öyle ya 75 sene önce ağaç Türkiye'de sadece 'odun' olması dolayısıyla kıymetti. Zaman içinde bu anlayış terk edildi elbette.
Ağaç kesmek şimdi cezayı gerektiren suç.

KAYNAK: RADİKAL

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=169084